DOLAR

42,5354$% 0.07

EURO

49,5729% -0.06

STERLİN

56,7693£% -0.04

GRAM ALTIN

5.745,37%-0,12

BİTCOİN

3812601฿%-2.51841

ETHEREUM

129184Ξ%-3.74715

Sabah Vakti a 02:00
İstanbul KAPALI 15°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Beste Pınar Arık

Beste Pınar Arık

06 Ekim 2025 Pazartesi

’KİM HAKLI?’

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ekranı açıyorsun: tartışma programı.

Biri bağırıyor, diğeri “ben sözümü bitirmedim” diyor.

Sokakta iki kişi konuşuyor: biri Fenerli, diğeri Cimbomlu.

Masada kahve mi çay mı tartışması bile büyüyebiliyor.

Bu ülkede herkesin bir fikri var — ve hepsi kesin doğru.

Ama farkında mısın?

Artık kimse “doğruyu aramıyor.”

Herkes sadece kendi sesini daha çok duyurmaya çalışıyor.

Sanki ülkenin resmi dili “haklılık savunması” olmuş.

Birinin fikrine katılmadığında düşman sayılıyorsun.

Bir şarkıcıyı sevsen bile siyasi anlamı var.

Bir diziyi beğensen, o bile “taraf” gösteriyor seni.

Sanki yaşam bile artık iki kutba sıkışmış durumda:

Ya bizdensin, ya değilsin.

Her konuda iki taraf var.

Ama bu artık özgürlük değil, yeni bir savaş biçimi.

Kahvede otur, futbol konuş: kavga çıkar.

Siyaset aç: düşmanlık doğar.

Müzik tartış: linç gelir.

Kahveye süt koy, “Sen de mi onlardansın?” derler.

Çay bile politik bir sembol olma yolunda.

Bir zamanlar fikir tartışmasıydı bunlar.

Artık bilgi değil, sesin şiddeti belirliyor galibi.

Kimin trol ordusu varsa, o kazanıyor.

Gerçeği bilen değil, en iyi manipüle eden alkış alıyor.

Çünkü artık “doğru” değil, “duygu” yönetiyor bu toplumu.

“Kim daha çok bağırırsa o kazanır” dönemindeyiz.

Oysa bağırmak cesaret değil; korkunun en yüksek sesi.

Sessizlik, insana kendi şüphesini hatırlatır çünkü.

Ve biz şüpheyle yüzleşemeyecek kadar gürültücüyüz.

Artık bilgi değil ses, nezaket değil hız, ikna değil saldırı değerli.

Kimse kimseyi anlamıyor çünkü kimse artık dinlemiyor.

Dinlemek sabır ister; sabırsa bu çağın en pahalı lüksü.

Bizse lüks değil, hızla gelen tatmini seçtik.

Sosyal medyada bir yorum yaz,

anında bir kampa düşersin:

bizden” ya da “onlardan.”

Ortası yok.

Gri tonlar yasak.

Ya siyah olacaksın ya beyaz.

Hatta mümkünse caps’li, sloganlı, marşlı beyaz.

Ama unuttuğumuz bir şey var:

Gri, aslında hayatın en gerçek rengiydi.

Ve o meşhur cümle…

Tüm olumsuzlukların çirkin gururu:

Ben demiştim.

Oysa kimse hiçbir şeyi dememişti aslında.

Sadece herkes bağırmıştı.

Çünkü bu ülkede artık konuşmak, anlamaktan daha kolaydı.

Yargılamak, dinlemekten daha konforluydu.

Ve bağırmak, düşünmekten daha hızlıydı.

Bir ülkede herkes bu kadar haklıysa…

Kim haksız peki?

Belki de hiç kimse.

Belki de hepimiz.

Çünkü haklı çıkmaya çalışırken doğruyu kaybettik.

Birbirimizi sustururken, kendimizi bile duyamaz olduk.

Bu ülkede herkes haklı.

Ama kimse huzurlu değil.

Herkes konuşuyor.

Ama kimse kimseye dokunmuyor.

Ve en kötüsü…

Artık kimse kimseyi dinlemiyor.

Peki sizce KİM HAKLI ?

Devamını Oku

Son Mektup; “Elveda Mavişim, Hoşgeldin Romeo”

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ALİ…

Bir kongrede başlamıştı her şey…

Duygular çarpışmış, niyetlere girilmiş, gözler ışıldıyordu. Mutlu bir ilişkinin ilk adımları atılmış, sözler verilmişti. Sonra o kelebeklerin dans ettiği heyecanın düdüğü çaldı, taraftar coştu, umutlar göğe yükseldi.

Ya sonra? 

Her sezon yeni bir kavga, yeni bir hayal kırıklığı, yeni bir yorgunluk… 

Evet evet; kavga eden ama yine de birbirinden kopamayan toksik ilişkinin kapıları aralandı bize . Sonra sonsuz gelen 7 yıl… 

İlk kavgalarda ayrılmaya kalksak, içimiz cız ediyor, beraber olsak yine mutsuzluktan kıvranıyorduk. Mecburi bir bağdı bu; ne yaşatıyordu, ne öldürüyordu.

Tribünler psikolog koltuğuna dönüşmüştü  adeta. Dostlarla o koltuklarda ilişki kurtarma seansları, ritüeller, totemler, hatta şaşırıp okunmuş pirinçle gider olmuştuk maçlara.

Sen ise hep yeni vaatlerle… “Bu sefer değişeceğiz, bak söz.” 

Ama olmadı… 

Fazla sevgilisi olup yetemeyen bir kazanovaydın adeta … Tribünlerdeki kahkahalar, sosyal medyadaki destek sözleri, her geçen yıl biraz daha eksildi. 

Senin yüzünden kaç kongre üyesi istifa edip döndü, kaçımız gözyaşlarını maçtan önce umutsuzluğa akıttı, kaçımızın maç hevesleri avucumuzda kaldı. 

Haliyle aşkın dili tükenince geriye sadece yorgunluk kaldı.

Bir taraftarın yüreği çok şey kaldırır Ali… Yenilgiyi, haksızlığı, şansı da kabul eder. Ama sürekli kırık kalbi taşıyamaz…

Ve sonunda bir gün, aynaya baktık. Kendimize itiraf ettik:

“Artık ayrılmalıyız aşkım. Buradan çıkmalı, yeni bir yola koyulmalıyız. Doğru ilişkiyi bulmalı, çoluğa çocuğa karışmalı, huzuru hak etmeliyiz.”

Sonra o geldi. Arasından sislerin . Büyük yakaları vardı gösterişliydi. Dedi ki ben ROMEO! Gerçek aşkın savaşçısı, yalnızlık bitti sil göz yaşlarını …

Saadettin’im …. Saran’ımmmm …

Daha yolun başındayız ama ilk işaretler kalbimizi ısıttı bile. Dünkü Nice galibiyeti mesela. Evet, belki dev bir kupa değil, belki tarihe geçecek bir zafer değil. Ama yıllarca mutsuzlukla boğuşmuş bir kalbe küçücük bir tebessüm, bir ilaç . Bizim için o galibiyet, “doğru yoldayız” mesajı gibiydi. Bu yorgun kalbe serin bir nefes, kırık hayallere sıcak bir dokunuş oldun. Kredi kartını veren sevgili gibi hissettirdin , “artık ben varım düşünme bunları, her istediğin olacak” diyerek galibiyetleri alacağımız umutlara yeşerdi yüreklerimiz. (Fonda Tarkan ; “Tut elimden beni çok sev kimseye verme, sen bu kalbe iyi geldin bizden hiç gitme” )

Teşekkür ederiz Saadettin.HOŞGELDİN..

VE SEN ALİ; 

Sen;

Başka takımın taraftarı benimle dalga geçerken dik durup, geceleri yastığa akıttığım gözyaşlarımın kahramanı.. 

Nikâh defterindeki imzalar silinmez belki ama bu evliliğin ömrü buraya kadardı. Hayırlı olsun alkışlarımızın yerini büyük bir “sonunda” nefesine bıraktığın için kızgınım tabi sana ama teşekkürle veda etmek istiyorum. Çünkü her mutsuz ilişki de bir şey öğretir insana. Seninle yaşadıklarımız, sabrın sınırlarını, takımın gücünü, taraftarın ne kadar bağlı olabileceğini bir kez daha gösterdi. Seni kötü hatırlamayacağım. Kalbimde nefret taşımayacağım. Çünkü biliyorum ki kötü hatıraları taşımak sadece insanı zehirler. Ben o yükü sırtımda taşımayacağım. Hoşçakal …

Ben Saadettin’e şans verip kalbimi onun avuçlarına bırakmaya karar verdim.

Elveda mavişim , elveda ex aşkım .

Devamını Oku

Altın Kadar Parlak Bir Gümüş!

Altın Kadar Parlak Bir Gümüş!
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Tarih 7 Eylül 2025

Bangkok’ta bir salon… 

Skor tabelasında rakamlar..

Ekran başında milyonlar.

Kalbimizde tek bir duygu: gurur.

Sahada BİZİM KIZLAR!

FİLENİN SULTANLARI !!!

Tribünlerde nefesler tutulmuş, milyonlar aynı kalp atışıyla yan yana…

Melissa Vargas’ın bitmek bilmeyen sayıları…

Eda Erdem’in dimdik, vakur kaptanlığı…

Ebrar’ın ateşten hırsı…

Zehra’nın göğe yükselen blokları…

Her hücum, her blok, her sayı bir ülkenin damarlarından geçip yüreklere ulaştı. Top fileden geçtiğinde sadece sayı olmadı;

o anlarda çocuklar hayal kurdu, anneler dua etti,bir millet tek nefeste birleşti.

Her biri ayrı bir destan yazdı.

Ve biz, bu destanın her satırında gururla haykırdık:

“İşte bizim kızlarımız!”

Setler gidip geldi, skor dalgalandı…

Son seti İtalya aldı.

Altın belki elimizden kaydı ama kazandığımız şey yalnızca bir gümüş madalya değildi.

Bu, bu ülkenin kadınlarının sahada nasıl tarih yazdığının,

ve bir millete nasıl umut aşıladığının en güçlü kanıtıydı.

Ucuz ağızlardan çıkan her lüzumsuz söz,

fileye çarpıp yere düşen top gibi yok oldu gitti.

Çünkü cevap çok netti:

Gerçek, yalnızca sahada yazılır.

Ve biz kaybederken bile kazandık.

Omuz omuza, dimdik, gururla…

Çünkü spor sadece kupa değildir;

spor aynı zamanda cesaret, kardeşlik ve sonsuz sportmenliktir.

Bu gümüş, altından bile daha değerli…

Altın Kadar Parlak Bir Gümüş!

Çünkü artık tüm dünya biliyor ki:

Türk kadını sahaya çıktığında yalnızca voleybol oynamaz.

Omzunda sadece formayı değil,

bir ulusu taşır.

Çocukların hayallerini,

annelerin dualarını,

genç kızların umutlarını

ve milyonların gururunu…

Teşekkürler Sultanlar…

Siz bize başarının mükemmelliğini, gururun en saf halini

ve sporun gerçek anlamını hatırlattınız.

Ve şimdi…

Bu ülkenin sokaklarında yankılanan tek bir ses var:

“İyi ki varsınız Sultanlar!”

Çünkü siz, yalnızca bugünün kahramanları değil,

gelecek nesillerin yolunu aydınlatan

yaşayan bir destansınız.

Devamını Oku

Denizden deftere yeni dönemin hikayesi…

Denizden deftere yeni dönemin hikayesi…
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Eveeeet…

Deniz kokusu hâlâ saçlarımızda, bronzluğumuz tenimizde. Telefonlarımızda ise düzenlenmeyi bekleyen fotoğraflar var; “özledik, yaz gelsin” diye paylaşılacak anılar. Daha birkaç hafta önce kumsalda kahkahalar atıyor, güneşi batırıyorduk. Çocukların şen sesiyle büyüklerin huzuru aynı günlere sığmıştı. İnsanlar o anlarda gerçekten de “yarın yokmuş gibi” yaşadı. Çünkü tatilin süslü anları gerçeği kısa süreliğine unutturmuştu.

Ama takvim acımasızdır. 

Gün geldi çattı. Mevsim döndü, sahne değişti. 

Bir ay önce deniz kenarında çekilen fotoğraflar, şimdi kırtasiye fişlerinin arasında kayboldu. Geçenlerde sahilde güneşi batıran anne-babalar, dün sabah servisini beklerken güneşi doğurdu. Kahkahaların yerini hesaplar aldı. 

Malum tatil, sorunları unutmanın kısa vadeli molasıydı; gerçekse kapıyı sertçe çaldı.

Mağaza vitrinleri rengârenk; defterler, çantalar, kalemler… Çocukların gözleri heyecanla parlıyor ama anne-babaların bakışı yalnızca etiketlerde. Bir kalemin fiyatı geçen yılki defterin fiyatına yaklaşmış, bir çanta bir maaşın üçte birini götürüyor. Çocuğun heyecanı, velinin kabusu oluyor. Artık kırtasiye kokusu bile hesap makinesiyle birlikte solunuyor. Çocuğun okuma sevinciyle velinin ödeme kaygısı, aynı dükkânda yan yana yaşanıyor. Ülkede her şeyin “sezonluk” zam gördüğü gerçeği, defterlerin sayfalarına değil, ailelerin yüreğine yazılıyor.

Sokaklarda da manzara farklı değil. Yaz boyunca yankılanan kahkahaların yerini korna sesleri aldı. Sabahın köründe işine yetişmeye çalışan milyonların öfkesi klaksonlara vuruyor. Şehrin rengi soldu; neşenin yerini gri bir telaş kapladı. Tatilin özgür ruhu, sabah trafiğinde boğuk bir homurtuya dönüşmeye çoktan başladı. Aynı şehirde, bambaşka bir ruh haliyle yürüyoruz.

Ve en zorlu sınav başlıyor. Çocuklarımız ders kitaplarının sayfalarını çevirecek, biz ise hesap defterlerinin. Onların gözleri tahtaya çevrilirken bizim gözlerimiz faturaların üzerine kilitlenecek. Onlar ödevlerini yapacak, biz ise ay sonunu getirmeye çalışacağız.

Kısacası yaz bitti, tatil kapandı. Şimdi hayatın sert gerçekleriyle yüzleşme zamanı. Çünkü asıl sınav okulda değil, mutfakta, markette, kasada, faturaların üzerinde veriliyor. Ve biz biliyoruz ki, bu sınavda kopya çekmek yok…

Ama şunu da unutmamak lazım: Evet, ekonomik olarak olumsuzluklarla dolu bir dönemden geçiyoruz, yükümüz ağır, kaygılarımız derin. Yine de çocuklarımızın attığı her adım, açtığı her sayfa, yazdığı her satır bu dünyayı güzelleştirecek. Onların heyecanı, bizim yorgunluğumuzu hafifletecek.

O yüzden bu dönemi tamamen umutsuzlukla değil, çocuklarımızın gözlerindeki ışığa bakarak karşılayalım. Ekonomi karanlık olabilir ama çocuklarımızın adımları bu ülkenin en parlak ışığıdır. Çünkü geleceği yazacak olan, onların kalemleri ve cesur adımları olacak.

Ve çocuklar;

“Geleceğin adı sizsiniz; kaleminizden dökülen her satır yarınları inşa edecek, attığınız her adım bu ülkenin yolunu aydınlatacak. Unutmayın; siz sadece kendi geleceğinizi değil, bir ülkenin umudunu taşıyorsunuz. . Siz güldükçe gökyüzü aydınlanacak, siz öğrendikçe umut çoğalacak, siz büyüdükçe hepimizin geleceği güçlenecek. Hepinizin yolu açık, kalbiniz cesur, başarılarınız sonsuz olsun! 

Biz size güveniyoruz, çünkü yarınlara en güzel imzayı atacak olan sizsiniz.

Alkışlarımız, dualarımız ve umutlarımız hep sizinle… Yeni döneminiz hayırlı olsun.”

Alkışlarımız  hep sizinle…”

Yeni döneminiz hayırlı olsun . 

Devamını Oku

Müzik Dünyasında Şişirme “Gerçek Yetenek mi, Sanal Popülerlik mi?”

14

BEĞENDİM

ABONE OL

Sosyal medya, artık sadece bir eğlence aracı değil; günümüzün vazgeçilmez bir parçası hatta hayatın ta kendisi.


Sabah uyanır uyanmaz daha kirpiğimiz yastıktan ayrılmadan elimizi telefona uzatıyor, gün boyu telefonlarla geziyor, binlerce kez ekran kaydırarak paylaşımları takip ediyor, kendi hayatımızdan kesitler sunuyoruz. Kimin ne yaptığı, ne yediği, ne söylediği her an elimizin altında malum.

Peki ya bu sanal dünyanın müzik sektörüne yansımaları ?
Onların haksız savaşları ?
Özellikle de şişirme sosyal medya paylaşımları, haksız yapay beğeni patlamaları ve satın alınmış başarı hikâyeleri gerçekten bir yeteneği mi parlatıyor bu sistem, yoksa sadece geçici bir illüzyon mu üretiyor?

Gözümüzün önünde büyüyen birçok müzisyen… Kendi sözünü yazan, geceler boyu düzenlemeyle uğraşan, yeteneğiyle, sesiyle üreten insanlar… Elbette bu isimler hâlâ var ve değer görüyor. Ancak bir de sürekli bir yerlerden fırlayan, hiçbir altyapısı olmadığı halde, sadece birkaç parıltılı post ve PR çalışmasıyla bir anda milyonlara ulaşan ve ne hikmetse “fenomen” haline gelen müzisyenler daha fazla karşımıza çıkıyor.
Hani şu, daha ilk şarkısıyla “trendlerde 1 numara” etiketiyle çıkanlar. Ama sonra sahneye çıktığında sahne toplayamayanlar.

Bu durum, özellikle müziğe gönül vermiş genç ve yeni yetenekler için moral yıkıcı bir eşitsizlik ortamı oluşturuyor. Çünkü onlar belki de üretmekle, öğrenmekle, emekle boğuşurken; başka biri sadece “bütçesi” ya da “PR şirketi ” sayesinde algoritmanın zirvesine çıkarak sanal alemlerde üst sıralarda yer alıyor.

Sosyal medyanın popülerlik ölçütü haline gelmesiyle beğeni (like) ve takipçi (follower) sayıları artık adeta başarılı bir kariyer CV’si gibi görünmeye başlandı. Ajanslar, prodüksiyon şirketleri, markalar, hatta bireyler bu sayıları arttırmak için çeşitli yöntemlere başvuruyor. Bot hesaplar, satın alınmış beğeniler, karşılıklı takipçi anlaşmaları…Tüm bunlar gerçek olmayan bir popülerlik balonu oluşturuyor. Ne yazık ki birçok sanatçı da bu döngünün içinde kalabilmek için gerçekten müzik yapmaktan çok, içerik üretmeye yöneliyor. Kimi zaman şarkıdan önce TikTok koreografisi planlanıyor. Üretimin yerini algoritma hesapları alıyor.

Sosyal medya artık bir sahne değil, bir simülasyon.
Bir müzisyenin videosu yüz binlerce izlenme alıyor ama altındaki yorumlar bomboş; ya da bir şarkı 5 milyon dinlenmiş görünüyor ama konserinde ön sırayı bile dolduramıyor. Bu çarpıklık sanal dünyanın gerçeği yansıtmadığını gösterdiği gibi, sadece bir çelişki değil, aynı zamanda sanatın itibarını sarsan bir gerçeklik.

Peki bu durumun müziğe ve müzisyene etkisi ne?

Birincisi, gerçek yeteneklerin geri planda kalma riski artıyor. Algoritmalar “çok etkileşim alan” içeriği öne çıkarıyor. Bu da sanatsal değer yerine, pazarlama stratejilerinin kazandığı bir düzen oluşturuyor. Yani parası olan daha çok görünüyor ve sanal vitrin işlemeye devam ediyor. Böyle bir ortamda; yeteneği, emeği ve özgünlüğüyle öne çıkmak isteyen müzisyenler, sistemin dışında kalma riskiyle karşı karşıya.

İkincisi, dinleyicininde kafası karışıp algısı bulanıklaşıyor. Dinleyici, gerçekten iyi bir müzik mi dinliyor, iyi bir sanatçı mı, yoksa dijital olarak “şişirilmiş” bir ürün mü olduğunu ayırt edemez hale geliyor. Like sayısına, izlenme rakamına bakarak karar veriyor. Ancak bu veriler gerçeği yansıtmıyor; sadece iyi bir illüzyon yönetiminin sonucu.

Üçüncüsü ve belki de en tehlikelisi, sanatçının odak noktası değişiyor. Müzik yapmak, üretmek, kendini geliştirmek yerine; sanatçı artık şu soruya takılıyor: Ve yarış başlıyor;
“Bu paylaşım daha çok beğeni alır mı?”
İşte tam da bu noktada müzik, bir sanattan ziyade, algoritmalara oynayan bir “ürüne” dönüşüyor. Bu da hem üretim sürecini sekteye uğratıyor hem de ruhunu yitiriyor.

Tabii ki sosyal medya tümden kötü değil. Hatta doğru kullanıldığında bağımsız sanatçılar için eşsiz bir vitrin, güçlü bir platform. Dinleyiciyle doğrudan bağ kurmak, kendi kitleni oluşturmak, ana akıma kafa tutmak için bir devrim niteliğinde. Ancak bu araçların, gerçek değerlerin önüne geçmemesi gerekiyor. Yoksa parlayan her şeyin altın olmadığını, bu sektör defalarca kanıtladı.

Sonuç olarak, müzik dünyasının bu şişirilmiş sanal balonlardan arınması, yeniden emeğin, yeteneğin ve özgünlüğün öne çıktığı bir dengeye kavuşması gerekiyor. Belki zor bir yol ama gerçek sanatın yolu çoğu zaman uzun olmuştur. Bugün parayla gelen alkış, yarın sessizliğe karışır. Ama içten gelen yetenekli bir melodi, bir gün mutlaka duyulur.

Ve ben bir gün sahte alkışların sustuğu, digital oyunların sona erdiği, sahte parıltıların algımızı boyamadığı, gerçeklik algısını tekrar kazandığımız, yeteneğin ve gerçek sanatın ayakta alkışlandığı bir dünya dileğiyle bir sonraki yazıya kadar sizinle vedalaşıyorum…

🎼
Sevgiler,
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

Devamını Oku